Türkmüsün.Net- Ömer Seyfettin Hikayeleri
D İ Y E T
DAR kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına,
gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli
bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir
pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve
namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün
kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların,
saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı. O,
çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık
bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona
özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından
dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin
yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa
girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını
söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı.
Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir
çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş
garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından,
gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı
belliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk
onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir
övünç kaynağıydı.
- Bizim Ali...
- Bizim koca usta...
- Dünyada eşi yoktur...
- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi
yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki
yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı.
Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak
istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama
Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer
yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından
kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği
ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz
yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül
borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde "kutsal
ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının
zevki için çalışıyordu. "Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak
savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali
Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı.
Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz
kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır
saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar,
ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
- Tak!
- Tak, tak!...
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri
namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan
ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki
mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada
leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu.
Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı.
Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan
mescite doğru yürüdü... Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular
getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını
çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil
yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları
dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine
istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı
namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler,
açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu
ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir
kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle
coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular
altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir
sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu.
Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi.
Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın
tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına
uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta
köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan
çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde
bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin
ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu.
Ansızın arkasından bir ses:
- Kimdir o?... diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı
ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali...
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
- Koca Ali... Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini
şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan,
uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni
yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar.
Bekçibaşı:
- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
- Yok.
- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle
kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun buralarda?
- Hiç...
- Nasıl hiç...
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı.
Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu
tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri
havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu.
Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu.
Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin...
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte
yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı
geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın
soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden
oluşmuş yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
- Kim o? diye haykırdı.
- Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç
böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı.
Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının
dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı
gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı.
"Ne var?" der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
- Niçin?...
- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.
- Ee, bana ne?...
- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?
- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin
içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
- Bana ne?...
- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonra...
Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar
bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken,
palabıyıklı bekçi:
- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun?
dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
- Ay! İşte, işte...
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş
bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha
ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı
köpürerek sordu:
- Çaldığın paraları nereye sakladın?
- Ben para çalmadım.
- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
- Ya kim koydu?
- Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da,
gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu
bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun
parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı
bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir
kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca
Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin
dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin
suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik
nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara
boyun eğmekten başka yolu yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir
sesle:
- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan
giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak
böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz...
Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki koluyla
veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları
kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar
yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü
burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç
vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu.
Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için
çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu
kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat
sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin
en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi
olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda
kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını
salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama
bir koşulum var.
- Ne gibi? diye sordular.
- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan
hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...
- Pekâlâ, pekâlâ...
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye
söylediler. O, önce "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek
istemiyordu. Sipahiler:
- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı
koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. "Kula kul olmak", ölümlü
dünyada "birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü.
O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu
altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi
kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine
sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına
taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez
biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir
hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının
köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her
şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat önce
kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor,
ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor... ta akşam
namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği
yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne
atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah
için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona
kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta
evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs
gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:
- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diye
yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı.
Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe
divan durdu. Yine:
- Kolunun diyetini ben verdim.
- ...
- Şimdi çolak kalacaktın, ha...
- ...
- Benim sayemde kolun var.
- ...
Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun
yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi
çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim
tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin
parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen
çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor,
gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken,
müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir
şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun
mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı.
Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç,
ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı...
Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden
mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere
asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne
yapacağım, ne: yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi
gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini
duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
- Ne yapıyorsun be?...
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
- Bıçakları biliyorum, dedi.
- Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan
baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
- Ne bakıyorsun?
- ...
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup
dinlenmeden gördüğü halde onu yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan
bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor,
göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları
zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna
nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu
ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım
şimdi çolak kalacaktın...
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden
sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu,
yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi
ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı
fırlayan Hacı Kasap'ın önüne:
- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin
kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse
öğrenemedi.
ÖMER SEYFETTİN
HİKAYELERİ ANA SAYFASI
|