Türkmüsün.Net- Ömer Seyfettin Hikayeleri
AŞK DALGASI
VAPUR dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki çarklar, dar kafeslerinde birden
uyanan alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak,
kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet güzeldi. Kadıköy'e
gidiyorduk. Sonu leylak renkli sisler içinde eriyen Marmara'nın kubbeli, ince
minareli, uzun ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar,
parçalanmış köpük dağları halinde yavaş yavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor,
derin çukurlarında, yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu.
Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve yağmurdan esmerlenmiş
tentelerine düşüyor, bazı duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız rüzgârı
sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, hareket ettiren şuh ve fettan
bir şey katıyordu.
Uzak ve bilinmez masal adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar
etrafımızda uçuşuyorlar, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış,
kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları
kendi vatanlarına, gerçekten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir
tatmak için çağırıyorlardı. Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane
köşkünü andıran Kızkulesi hayalime dokunuyor, ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık
dualarıyla uyutarak aklımdan bütün çevremin, semtimin yankılarını siliyordu.
Artık vapurda olduğumu unutuyordum. Ömrümde her gün birkaç şiir okuyan ve
düşünen bir adamın, o tuhaf ve hastalıklı hali etrafımı bozuyor, Üsküdar ve
Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıp
Fakültesini ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor; onların yerine, alanlarından
gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler
öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.
Gerçekte olmayan, yalnız kendi hayalimde yarattığım bu manzaraya, bu yüce ve
büyük manzaraya bakarak, "ah, aşk yeri... ah, işte aşk yeri..." diyordum.
Martıların, "Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına... Orada
sizi beyaz çiçekler, ezeli ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var, geliniz
haydi oraya..." diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini
işittikçe, hayalim bütün bütüne dumanlanıyor, adeta başım dönüyor. Artık pek
aşağılarda kalan Kızkulesi'nin üstünde şeffaf kanatlı binlerce perinin
uçuştuklarını ve gidilse elle tutulabileceklerini açıkça görüyordum. Ansızın
omzuma bir el dokundu. Döndüm.
"Yahu, nedir bu hal, bu dalgınlık ne?"
"Hiç... "
"Beni tanıyamadın mı?"
"Şey...'
"Uyan yahu. Ver elini bakayım."
Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan kendi kendine uzanmış olan
soğuk elimi sıktığını duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ mahmurluktan
kurtulamıyordum.
"Sen ha..."
"Ben ya!.."
Bu, en sevdiğim okul arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. On
iki sene... Aman Yarabbim! Dün gibi... Hayat gerçekten en uzun olaylarıyla çabuk
biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Okulda herkesi güldüren,
herkesle alay eden, herkese isim takan, şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti.
Kırmızı dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış, şakaklarındaki
saçları tek tük ağarmış ve biraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri... Ne olduğunu
bilmediğimiz gerçeği bilinen "birinci sebep"in insan zekâsına sonsuz bir şekilde
kapalı kalacak karanlıkları içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu
küçük ve parlak organlar... Onlar hiç de değişmemişti. On iki sene evvel
içlerinde gülen mavi neşe hâlâ yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça
muhabbetimiz artan, geçmişten bir yüze rastlamak beni mutlu etti. Seviniyordum.
Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli sıkıyordum. Vapurun üst katında idi.
Kanapelerde boş yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık düdük
çalıyordu. Herkes şüphesiz bir sıkıntı içinde gibiydi. Ortada hiç kadın
görünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere
kısaca bir şey söylüyorlar. Şişmanlar sigaralarını içerek çarkların gürültüsünü
dikkatle dinliyorlar, son moda giyimli şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek
için dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı çektikleri ütülü
pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını gösteriyorlardı. Ama hepsi
ihtiyarlamış, yorulmuş, bunamış sanılıyordu. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini,
karınları ağrıyor gibi, ekşitiyorlar; rüzgârdan, kaşlarını ve dudaklarını
buruşturuyorlardı.
Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk. Arkadaşım. "Bir derdin mi var?"
dedi. "Buraya çıkınca seni gördüm. O kadâr dalgındın ki, yanına sokulduğumu
duymadın. Ne var kuzum?"
"Hiç, hiç... Dalga geçiyordum." "Ne dalgası?"
Gülerek cevap verdim: "Aşk dalgası."
"Daha bekâr mısın?"
"Bekârım." Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe birden soldu. Üçüncü
derecede veremden yatağa düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek
zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve çaresiz bakılırsa bir an bana öyle, acır
gibi baktı. Sonra parmaklığa dayadığı elini çekti. Ve cebine soktu. Biraz döndü.
Ve ciddileşen gözlerini, gözlerime dikti:
"Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha" dedi; "Öyle ise azizim, sakın
darılma, sen bir serserisin.,. Okuldan çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan,
istersen başımdan geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa
hayatı anlamamış, açık ve bariz gerçeğin farkına varmamışsın. Ve madem ki,
gerçeğe bu kadar yabancı kalmışsın, mutlu değilsin ve ölünceye kadar mutlu
olamayacaksın."
"Hangi gerçek?" diye gülümsedim.
"Hangi gerçek mi, dedin? Sosyal gerçek... Eğer sen bu gerçeği sezebilseydin asla
aşkla uğraşmayacaktın."
Anlamıyor ve hep gülümseyerek:
"Ama niçin?.." gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:
"Her yerde başlı başına bir çevre, bir sosyal vicdan vardır ki, bütün fenlerin,
mantıkların, ilimlerin, felsefelerin karşıtı olarak, en mutlak ve zalim bir
tarzda, hükmünü sürer. İşte bizim semtimizde, Türklerin semtinde de aşk şiddetle
yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak... Bir
Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet
teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez... O halde kimi
sevecek? Hiç. Bu çevrenin, bu sosyal vicdanın kuvvetini, dehşetini sana nasıl
anlatayım? Adını unuttum, bilmem hangi filozof; Allah'ın insanlar üzerindeki
etkisinden, insanlarla ilişkisinden, ahlakından bahsederken. "O, sosyal çevreden
başka bir şey değildir..." diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eski kutsal
kitaplar ile bugünkü yeni dünyayı çeviren Allah her yerde, her devirde
dinsizleri, kendisine karşı gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor.
Eskiden Galile'yi yakan kuvvet, bugün Galile'nin o büyük korkunç suçunu ders
diye okuyan milyonlarca okul çocuklarına aldırmıyor. İspanya'da, Ferer'in
kafasını delen kurşunlar, Fransa'da patlayabilse ihtimal orada ihtiyar ve bunak
kadınlardan ve papazlardan başka kimse kalmaz... İşte bu filozof da
Allah'ımızın, ezeli kanunu işletmek için, hep semti, hep semtin sosyal vicdanını
kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu eski karşı konulmaz kanun, her yere,
her kıtaya, her memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre değişiyor.
Buradaki iyilik, orada cinayet; oradaki yararlık, burada fenalık sayılıyor;
kutsal kitapların bütün doğa, organ değişim kanunlarına inat olarak hiç
değişmemesi gereken emirlerine bile her yerde başka türlü boyun eğiliyor;
esasları bir olan Hıristiyanlık, Avrupa'da başka, Amerika'da başka, Afrika'da
başka... İslamlık da böyle! Hindistan'da başka, Liverpool'da başka. Buhara`da
başka, Türkiye'de başka... Arabistan'a ve Acemistan`a git, oralarda bütün bütüne
başka... İşte Allah'ımızın Türkiye'deki eski ve karşı gelinmez kanunu, yani
sosyal vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye'de kimse
sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek... Çünkü sevmek için önce
görmek lazım. Oysa genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar mutlu yaşamak için
konuşmak, anlaşmak, sevişmek değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek
olanaksız... Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş
anarşistlerin, nihilistlerin, yahut eski zamandaki dinsizlerin sonuna uğrarlar.
Sosyal ve acıklı bir ölümle sönüp giderler. Lakin kurnazları, yasak olan aşkın
usta kaçakçıları, hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur bir tütün kaçakçısı,
Yunanlı bir yankesicisi gibi, bıkmazlar. Hep yürek çarpıntısı içinde yaşarlar.
Gece tenha yollarda, karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde rüzgâr, soğuk ve
rutubet altında saatlerce beklerler ve nihayet korku ile karışık iki anlamsız
kelime, tadı asla duyulmayan, acele ve çabuk bir öpme... Hepsi bu! Eski
edebiyata Acemistan'dan, yeni edebiyata Fransa'dan gelen aşk masalları, şiirler
ve hikâyeler şifa bulmaz bir frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına
geçmiştir. Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi pek açık ve
belli bir tarzda, dehşetle yasak olan bir semte, zıt ve yabancı çevrelerin
âdetlerini, mesela sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı ve
uzak memleketlerde geçen hayali romanların kahramanları yerine koyarlar. Tabii
edebiyat dergilerindeki birçok şiirleri okuyorsun. Konu: Gece ve kadın... Oysa
Türkiye'de ikisi de yoktur. Türk semtinde gece alaturka saat birden sonra bütün
perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan
deliğine girer. Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilah... yani Beyoğlu tarafı
asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi semtlerini, kendi âdetlerini
yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola genel bahçelerde, lokantalarda gezerler,
konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler. Aralarına, bilinen anlamıyla bir sıçan
deliği bulamayan Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler.
Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı göğüslere hasretle
bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde
boyuna göller anlatılır; hangi göller!.. İstanbul'da Terkos'tan başka göl
hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. Özellikle
Terkos'un civarında gece barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarla, uzun
manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan... Şairin bir sevgilisi
var. Fakat nerede! Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor. Fakat nerede! Ah,
ancak hayalinde. Gerçekte sevişmek ve genç bir kızla üç dört dakika konuşabilmek
ve bugünkü Türk semtinde, balıklârın sudan çıkarak havada uçuşmaları ve
bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri kadar imkânsızdır. İstanbul
ve civarında, değil bir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri
dinleyerek aşk kelimeleri söyleşmek... hatta gündüz biraz taze görünen annemizle
bir arabaya binmek ne kadar tehlikelidir, düşün... Piknik yerlerinde, ah bu
zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir. Kadınlarla erkekler
asla birbirlerine yaklaşamazlar. Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur,
birkaç yüz adımdan başka da birkaç düzine polis, semtin sosyal vicdanına ve
bilinen yedi başlı tutucu ve cehalet devinin arzusunu yerine getirmek için sanki
bu polislerin, milletvekilsiz ve meclissiz ulu bir kral kadar yetkileri vardır.
Kızkardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi görmesinler, rezalet hazırdır.
Hemen karakola... Kim olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz, yahut anneniz
olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre dayak yemezseniz, yine şansınız
varmış demek: Semtimizin dininden, geleneklerinden, âdetlerinden, büyüklerinden,
ihtiyarlarından, hükümetin zabıtasından fazla bu aşk yasağını isteyen kimlerdir,
biliyor musun? Kadınlar, Türk kadınları... Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç
düşmanlarıdır! Dışarıda kendi milletinden hiçbir kadın yüzü görmeyen
erkeklerine, evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki bekçilerin en
dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar, değil mi? En çirkinini bulurlar.
Çiçek bozuğu, büyük ağızlı, kalın dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir
şey... Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı daha fazla
çirkinleştirmek için özel bir yetenekleri, bir dehaları vardır. Kuvvetli ve
fırlak kalçaları görünmesin diye gayet bol elbise giydirirler. 'Etrafa
dökülüyor' bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlatırlar. Zavallıyı
halis bir orangutana çevirirler. 'Beyin hiç yüzüne bakmayacaksın, yanında laf
etmeyeceksin, bir şey sorarsa cevap vermeyeceksin... ' tembihlerini vermekte
gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde bulunurken, 'Çalışkan, temiz, atik kız,
ama ağzı burnu yerinde' derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en
affedilemez bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve sevişmek asla mümkün
olmadığından "evlenmek" meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri
gibi işletirler. En birinci emelleri oğullarına, yahut kardeşlerine çirkin bir
kız almaktır. Tanımadıkları evlere görücü giderler. Ve erkeklerin birçoğu daha
hâlâ bilmezler ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar. Ve
mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu
seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama
atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için
İstanbul'da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en
cazibeliler, en sevimlileridir.
Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar beğenmez. 'A, kardeş, çok güzel
ama şeytan gibi çok bilmiş... Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz'
derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi kusurlar bulurlar.
İstedikleri tombul beyazca, sessiz, mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa
benzeyen kızlardır. Böyle bir kıza rasgeldiler mi, 'Ah, işte bir melek!' diye
haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kardeşlerine abartarak anlatmaya... Zavallı
erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın duvağı
kaldırınca karşısında 'Adınız ne efendim?' sorusuna cevap veremeyen şaşkın,
temiz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez. Erkeklerini,
hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan
bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının
başından kazara bir macera geçer, mesela bir 'mektubu' yakalanır, yahut da
kocasından boşanıp diğer birine varırsa hepsi birden ona darılırlar ve dehşetle
afaroz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi;
yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar, en insaflıları biraz
acır, 'Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş' der. Semtimizde, 'Bir kadının
en birinci görevi güzel olmaktır' sözünün nasıl tehlikeli
bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar
güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten alıkoyarlar. Bu annelerin sokağa
çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları öğüdün değişmez modeli budur:
'Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma,
aşifte diyecekler. Önüne bak. Fransız karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş,
yavaş. Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın
çıkacak. Evde kalacaksın, vs. vs...' Sonra, tanışan, görüşen her aile, sanki
birbirlerinin doğal müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk
macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanlarını tefe
korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına
aldırmayan; göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır; 'Ah, ayol
kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor...' diye ondan iğrenirler.
Bazı yeni romanlarda gösterilen, Türkiye'deki bilinen kibar dünyasına gelince...
Bu dünya, bütün bütün bir hayal ürünüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi
de ayrıcalıklı bir sınıf yoktur. Olay büyücek memurların, eski devirden kalma
paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri, yapay bir kibar dünyası
yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Batılılaşırlar,
Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün semt onlara düşman olur. Bir mahallede böyle,
kadınları, nikah düşen akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela,
'Kötüler!..' lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle kozmopolit ailelerin
etraflarında yükselen nefret ve tecavüz sesleriyle bütün mutlulukları söner.
Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere, ücra
yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet, yeni şiirlerdeki göller, geceler,
aşklar gibi, yeni romanlardaki o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin
arkadaşlarına çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu romanlar Batı
romanlarının gölgelerinden, tekrarlarından, tercümelerinden taklitlerinden başka
bir şey değildir. İstanbul'da kadınları, yabancı ve nikâh düşen erkeklere
gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin, beş senelik kazancımı vermeye şimdi
hazırım. Bu romanlarda anlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhur
sanatkârlarımızdan Kel Hasan'ın ve Abdi'nin özel ve yazarı bilinmez piyesleri
kadar hakiki Türklüğe aykırıdır. O tiyatrolarda uşağın, hanımların yanına zırt
zırt çıkması, 'Oh kaymak' diye süt ninelerin göğüslerini sıkması gerçekte Türk
aileleri arasında nasıl imkânsızsa ve bu rezaletler nasıl son derece uydurma
şeylerse, yeni romanlardaki yabancı erkeklerin ellerini sıkan, kocalarının
yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız, hatta bazen dekolte, yabancı
erkeklerle konuşan kadınlar da öyle kaba, münasebetsiz, gerçeğe taban tabana
zıt, soğuk ve sahte hayallerdir.
Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle, gelenekleriyle, âdetleriyle,
kanunlarıyla, hükümetleriyle, zabıtasıyla, aile kurumuyla, hatta kadınlarıyla
aşkı yasak eden, nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir
semtte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir çevrenin
sosyal vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükümetlere karşı
anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı
sandığım senin de hâlâ bu imkânsız hayal ile uğraştığını gördüğüm için çok canım
sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen
et yığıntısına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin...
Ve ancak böyle mutlu olabilirdin. Halbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu
bulunmaz bir ümitsizlik çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında
ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun.
Bilsen sana ne kadar acıdım..."
Vapur Kadıköy'e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış,
hafifçe parmaklığa oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena halde uyuşmuştu. Yere
basamıyordum.
"Biraz dur kuzum" dedim, "ayağım uyuşmuş. En sonra çıkarız."
Gülüyor, "Ayağın değil, galiba beynin uyuştu" diyordu.
Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın
bulutlar altında kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış, ağlamaya
hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir göz gibi suskunlaşmıştı. Çıkanlara
bakıyordum. Yarım saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren
arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan ve sevişmekten
mahrum bırakan, annelerini, karılarını, kızlarını hapsederek asırlarca daldığı
rüyasız ve granit uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir toplumun sonu ne
olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlı
geçenlerin sessiz sedasız çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına
benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç,
zengin, fakir, hepsi erkekti. Elimle dizimi oğuşturarak,
"Vapurda hiç kadın yokmuş" dedim. Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:
"Sabırlı ol... Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar..."
Vapur tamamıyla boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın üstünde, beyaz parmaklıkta
idik. Bacağımın uyuşması geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye
doğru yürümeye başladım.
Artık şimdi kadınlar da, her tarafları örtülü koyu siyah çarşaflarının altında
sanki şangırtıları işitilmemek için pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli
esirlik ve zulüm zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta ve
dilsiz hayaletler gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar ve
başlarını önlerine eğerek düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine çarpmamak,
yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara peçelerinin altında bastıkları yeri
görmeye çalışıyorlardı...
ÖMER SEYFETTİN
HİKAYELERİ ANA SAYFASI
|