Efendiler, o günlerde İstanbul'da bulunan ordu müfettişlerimiz
de gazetelere demeçler vererek, çeşitli vesilelerle düzenlenen ziyafetlerde
nutuklar söyleyerek duygularını dile getiriyorlardı. Cumhuriyet'in
ilânı üzerine İstanbul'da bazı kimseler ve bazı gazeteciler Halife'ye
de bir rol yaptırmak hevesine düştüler. Gazetelerde Halife'nin istifa
ettiği veya edeceği yolunda söylentiler, tekzipler (yalanlamalar)
yayınlandı.
Sonra dendi ki : ''Haber aldığımıza göre, mesele böyle bir rivayetten
ibaret olmadığı gibi, bir tekzip ile çözülebilecek kadar basit de
değildir. Gerçek olan bir nokta vardır ki, o da Cumhuriyet'in ilânının
yeniden bir halifelik meselesi ortaya çıkarmış olmasıdır.''
Halife, ''yazı masasının başına oturup ( ! ) Vatan gazetesi yazarına
demeç vermiştir'' denilerek, Halife'nin bütün mü'minler tarafından
sevildiği, Asya'nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslâm dünyasından
binlerce mektup ve telgraf aldığı ve birçok yerden hey'etler geldiği
yolundaki sözlerle hilâfet mevkiinin kolay kolay sarsılır bir mevki
olmadığı anlatılmaya çalışılıyor; İslâm dünyasınca istenmedikçe
Halife'nin istifa edip çekilmeyeceği ilân ediliyordu. Aynı zamanda
Hükûmet birçok iç meseleleri yoluna koymakla meşgul olduğundan şimdiye
kadar hilâfetin görevlerini tespitle uğraşma imkânını bulamamıştır.
Hükûmetin iç meselelerle meşgul olduğunu elbette İslâm dünyası da
bilmektedir ve şimdiye kadar halifelik görevleri ile uğraşmaya imkân
bulamamasını tabiî görür '' cümleleriyle bizi, hilâfetin görevlerini
tespite çağırırken, şimdiye kadar bunun yapılmamasını hoşgörü ile
karşılayan İslâm dünyasının bundan sonra mazur görmeyeceğini de
bildirerek bir bakıma tehdit ediliyorduk. Bir yandan da bizi etkilemesi
için İslâm dünyasının dikkati çekilmek isteniyordu. Vatan gazetesinin
9 Kasım 1923 tarihli nüshasında okuduğumuz bu yazılardan sonra,
10 Kasım 1923 tarihli Tanin gazetesinde Halife'ye yazılan bir açık
mektup yayınlandı. Lütfi Fikri Bey'in imzasını taşıyan bu mektupta,
Halife'nin istifasıyla ilgili haberlerden, milletin ne kadar üzüldüğünü
ve acı çektiğini ispat için bir vapur hikâyesi uydurulmuştu : ''Vapurda
oturanlar, Halife'nin istifası haberini öğrenince çehrelerine hüzün
ve endişe çökmüş... Birbirlerini tanımayanlar samimi görüşmeye ve
hattâ çok görüşmeye başlamışlar. . . Ortak endişe bunları bir dakikada
dost etmiş...
Lütfi Fikri Bey, ''gönül istiyor ki, bu istifa sözü, ebedî olarak
gömülsün, kalsın'' diyor; Çünkü ''dünya için felâket olur''muş..
Lütfi Fikri Bey, millete şunu da telkin ediyordu : '' Hayretle
ve üzüntüyle görülmelidir ki, bugün şu manevî hazineye (yani hilâfete)
saldırmak isteyenler, dışarıdan kimseler, Müslüman milletler içinde
Türk'ü çekemeyenler değildir. Doğrudan doğruya biz Türkler, kendi
dinimizden ebedî olarak bu hazînenin çıkarılması sonucuna yol açabilecek
teşebbüslerde bulunuyoruz.
Efendiler, yabancılar hilâfete saldırmıyorlardı. Fakat Türk milleti
saldırıdan kurtulamıyordu. Hilâfete saldıranlar, Müslüma milletler
içinde Türk'ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale'de, Suriye'de,
Irak'ta İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşan
Müslüman milletlerdi. Türk milletine kolayca saldırabilmek için
korunup devam ettirilmesi tercih edilen hilâfetin ortadan kaldırılmasını
''Türklük için bir intihardır'' diyerek vasıflandırmak; ''hilâfet'i
ortadan kaldırmak için biz Türkler teşebbüslerde bulunuyoruz'' sözleriyle
Cumhuriyet'in hedefini açıklayıp ilân etmek, elbette etkisiz kalmadı.
Lütfi Fikri Bey'in Tanin'de yayınlanan açık mektubundaki görüş,
ertesi gün, Tanin başyazarı tarafından desteklendi.
11 Kasım 1923 tarihli Tanin'in ''Şimdi de Hilâfet Meselesi'' başlıklı
baş makalesi okununca, Cumhuriyet'in ilânına engel olamayanların,
ne pahasına olursa olsun hilâfet makamını elde tutabilme gayret
ve faaliyetine geçtikleri anlaşılır. Bu yazıda , şehzade mektupları
yayınlanarak halkta hanedan lehinde sevgi uyandırılmaya çalışılıyor.
Ayrıca, hanedan haklarına karşı çirkin saldırılar yapıldığı ve bunu
yapanın, partimizin en seçkin zümresinden olduğu belirtildikten
ve Cumhuriyet Hükûmeti'ni milletin gözünde kötü göstermek için ne
söylemek gerekirse onlar da yazıldıktan sonra, Halife'nin istifası
söylentisi üzerinde durularak : ''Arkadan arkaya, verilmiş bir karar
karşısındayız'' deniyordu. Daha sonra da : ''Millet Meclisi'nin
bu kadar baskı altında kaldığını, dışarıda verilen kararları yalnızca
onaylamak durumuna düşürüldüğünü görmek gerçekten pek üzücü oluyor''
sözleriyle, Meclis bize karşı kışkırtılıyor... Böylece, Cumhuriyet'in
ilânını kabul eden Meclis'in hiç olmazsa Hilâfet'in kaldırılmasını
bir oldubitti şeklinde kabul etmemesinin sağlanmasına çalışılıyordu.
Tanin başyazarı, hilâfetle ilgili düşünce ve görüşlerini şu satırlarla
ortaya koyuyordu : ''Hilâfet bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye
Devleti'nin İslâm dünyası içinde hiçbir önemi kalmayacağını, Avrupa
siyaseti karşısında da en küçük ve değersiz bir hükûmet durumuna
düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir kabiliyete gerek yoktur.
Milliyetçilik bu mudur? kalbinde gerçek milliyetçilik duygusu yatan
her Türk, halifelik makamına dört elle sarılmak mecburiyetindedir.''
Efendiler, halifelik konusundaki düşüncelerimi daha önce açıkladığım
için, bu sözleri burada tahlile gerek görmüyorum. Ancak, hilâfet
makamına dört elle sarılmak mecburiyetinde kalan bir rejimin, Cumhuriyet
rejimi olamayacağını anlayabilmek için de, büyük bir kabiliyet gerekmediğini
söylemekle yetineceğim.
Tanin'in incelemekte olduğumuz baş makalesinin daha bir iki noktasına
dikkati çekeceğim.
Osmanlı hanedanınca kabul edilmiş ve bundan dolayı ebedî olarak
Türkiye'de kalması güven altına alınmış bulunan Hilâfet'i elden
kaçırmak tehlikesini yaratmak, akıl ve vatanseverlikle, milliyet
duygusuyla zerre kadar bağdaştırılamazmış ( !. . .)
Tanin başyazarı, kendisinin Cumhuriyetçi olduğunu ilân etmişti.
Fakat öyle bir Cumhuriyetçi ki, onun istediği Cumhuriyet idaresinin
başında, halife olarâk Osmanlı hanedanından biri bulunacaktır. Yoksa,
yapılan hareket akıl ve vatanseverlikle, milliyet duygusuyla zerre
kadar bağdaştırılamazmış. . . Hilâfeti, elimizden gitmesine hiçbir
imkân kalmayacak şekilde korumakla görevliymişiz. . . Onu kaldırmak
için girişilen gizli tertipler başarısızlığa uğratılmalıymış...
Efendiler, bu yazıların anlamı ve bu düşüncelerin nasıl bir maksada
dayandığı bugün kolaylıla anlaşılmaktadır. Yarın, daha açık olarak
anlaşılacaktır. Gelecek nesillerin, Türkiye'de Cumhuriyet'in ilân
edildiği gün, ona en insafsızca saldıranların başında, ''cumhuriyetçiyim''
diyenlerin yer aldığını görerek asla şaşıracaklarını sanmayınız!
Aksine, Türkiye'nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi
geçinmiş olanların gerçek düşüncelerini tahlil ve tespitte hiç de
kararsızlığa düşmeyeceklerdir.
Onlar, kolayca anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın, halife
ünvanını taşıyarak başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına imkân
bırakmayacak şekilde korunmasını şart kılan bir devlet şeklinde,
Cumhuriyet rejimi ilân edilse bile, onu yaşatmak mümkün değildir.
Efendiler, o günlerde yapılan yayınlar arasında dahi iki nokta yer
alıyordu. Bunlardan biri benim hasta olduğum hususu. Diğeri de rahmetli
Enver Paşa'nın Türkistan'daki hizmetleri ve hayatta olduğu hususu.
. Enver Paşa, memleket dışında kaldığı yıllarda İslâm birliği için
çalışıyormuş ve ''Dâmâd-ı Hilâfetpenahî (21') '' ünvanını kullanırmış.
. . Hattâ Türkistan'da kazdırdığı bir mührün bir tarafına bu ünvanı
da yazdırmış. . .
Boyuna bu iki noktadan da sözetmek elbette maksatsız değildi.
Efendiler, işaret ettiğim bu yayınlarla birtakım kimselerin tutum
ve davranışları özet olarak şu şekilde ifade edilebilir : ''Esas
olan milli hâkimiyettir. Millî hâkimiyet Cumhuriyet'in gelişmesiyle
sağlanır. Türk milleti, millî hâkimiyete kavuştu. Gumhuriyet'in
ilânına lüzum yoktur, yanlıştır. Türkiye'de en sağlam devlet şekli,
millî hâkimiyet esasını korumakla birlikte Cumhuriyet'i ilân etmeyip
devlet başkanlığından halife ünvanıyla Osmanlı hânedanından birini
bulunduran meşrutiyet idaresidir. Nasıl ki, İngiltere'de millî hdkimiyet
mevcut olmakla birlikte devlet başkanlığında bir kral vardır ve
o kral aynı zamanda Hindistan imparatorudur.''
Efendiler, böyle bir prensip üzerinde birleşmiş olan kimseler,
kendilerini sözleriyle, tavırlarıyla ve yazılarıyla göstermiş gibiydiler.
Bu zümrenin başına Rauf Bey'in seçildiğine hükmedilebilirdi. Çeşitli
soy ve mesleklerden oluşan kimselerin meydana getirdiği bu zümre,
Rauf Bey'i maksatlarının açıklanıp savunulmasına en uygun bir kimse
olarak görmüşlerdi. Ondan büyük ümitler beklenebileceği zannına
kapılmışlardı. Bundan sonradır ki, Rauf Bey Ankara'ya hareket etti.
Vatan gazetesinin bildirdiğine göre, büyük bir kalabalık Rauf Bey'i
Ankara'ya uğurlamak için toplanmış. Kâzım Karabekir Paşa, Refet
Paşa, Ali Fuat Paşa , Adnan Bey bu büyük kalabalığın başında gösteriliyordu.
Vatan gazetesi bu uğurlamadan bahsederken, Rauf Bey'in Ankara'da
Meclis'te güdeceği politikayı da millete ilân ediyordu. Rauf Bey'in
Meclis'teki çalışmalarının olumsuz yönde ve şahsî olmayacağı, faaliyetinin
memleketin iyiliğini ve huzurunu, kanunların hâkimiyetini sağlama
amacı güden bir faaliyet olacağı, kendisinin Büyük Millet Meclisi'nde
bir iyilik ve düzen unsuru olacağı ve memleket yararına olan prensipleri
savunacağı belirtiliyordu.
Vatan gazetesi sahibinin bu açıklamaları yapmaya ve kendiliğinden
garanti vermeye yetkili olduğu elbette kabul edilemezdi. Oysa, Rauf
Bey, partimiz adına milletvekili olmuştu. Partimizin programına
uyacaktı. Partiden ayrılmadan kendi başına bir politika takip etmemesi
gerekirdi. Rauf Bey,daha partiden ayrıldığını da bildirmemişti.
Böyle bir düşüncesi olmadığını, daha sonra partiden ayrılmamakta
gösterdiği ısrarla da doğrulamıştı. Bu bakımdan, hem partide kalmak
ve hem de parti disiplinini bozmak demek olan kendine has bir politikayı
tek başına uygulamak, anlaşılabilir bir husus değildi.
Efendiler, bu yolda hareketle, varılmak istenen sonucu keşfetmek
geç ve güç olmadı. İsterseniz, bu noktanın aydınlanmasına yarayacak
bazı açıklamalarda bulunayım.
|