"Dil Açmazı" Üzerine Bir Deneme: Sorun Dilde mi, Bizde mi?
"Dil Açmazı" Üzerine Bir Deneme: Sorun Dilde mi, Bizde mi?
Bu yazıda, 1997 Eylülünde Türkiye’ye döndüğümden beri giderek artan bir hayret
ve üzüntü ile gözlediğim ve bence çok ciddi olan bir sorun hakkındaki
düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Sanırım bu sorun meslekdaşlarımın çoğuna
oldukça tanıdık gelecektir.
Önce günlük yaşamımdan birkaç gözlemimi aktarmak istiyorum: ODTÜ’de öğlen
yemeğini yoğurt ile geçiştirmek istiyorsunuz. Kantindeki genç “normal mi, light
mı?” diye soruyor. ODTÜ Çocuk Yuvası'nda velilere “çocuklarınıza ceza değil,
timeout veriyoruz” dendiği kulağınıza çalınıyor. Giysi almaya gittiğinizde
mağazaların adlarına bakmamaya çalışıyorsunuz, çünkü mağazalar başka bir ülkeden
çıkmış gelmişler sanki - adları çeşitli dillerde. İçeri girdiğinizi varsayalım.
Giysinizi orta boy değil “medium” veriyorlar – ufak tefekseniz, “small da
olabilir” deniyor. Etiketi çevirip bakıyorsunuz, değil ‘orta boy’ yazmak,
Türkiye’de üretildiğine ilişkin bir yazı bile bulamıyorsunuz. Hadi giysiden
vazgeçtik, ille de bir şey alacaksak işyerinde geçen uzun saatler için bisküvi
alalım. Bisküvilerin üzerinde “Haylayf”, “Çizi” gibi markalar görüp
irkiliyorsunuz. Bisküvi ve şekerleme satan kimi mağazaların adlarını (örn.,
Ülker Shop, Sagra Special) görünce daha da şaşırıyorsunuz.
Gözlemlerimi sürdüreyim: Ankara’dan İstanbul’a otobüs bileti alacaksınız;
durmadan giden otobüs soruyorsunuz. Görevli, “haa, non-stop soruyorsunuz, var
var” diyor. Merak ediyorsunuz, bu yabancı laf bolluğu yalnızca bir iki otobüs
şirketinde mi görülüyor. Otogarda yapacağınız küçük bir gözlem hiç de öyle
olmadığını gösteriyor. Hatta yeni uygulamaya giren, “otobüs şirketinin adı
asgari bir yabancı sözcük içermelidir” diyen bir yönetmelik olmasından kuşku
duyuyorsunuz. Son yıllarda kurulan birçok şirketin adı bir garip: Oskar, Show,
Metro, Sakarya VIP, Mersin VIP. Durun, daha beteri de var. Özenti illetinin,
diğer birçok yenilik gibi en son ulaştığını düşündüğünüz Doğu illerimizden Van’a
giden yeni bir şirket var: Best Van! İçiniz burkuluyor.
Bu örnekleri, öznesi ikinci tekil kişi olan cümlelerle yazdım, çünkü biliyorum
bu yazıyı okuyacak kişilerin çoğu da anadilimizi kemiren bu örnekleri her gün
yaşamakta ve içleri cız etmekte. Hele hele Türkçe’yi sevenlerin bu soruna
duyarsız kalmaları olanaksızdır diye düşünüyorum.
Bu sorunu saptayıp, “ah efendim, nereye gidiyoruz?”, “bu ve bunun gibi özentiler
beni öldürecek” demek, hatta “efendim, eğitim eksikliği” gibi basmakalıp ve pek
çözüm getirmeyen sözler söylemek bir seçenek olabilir.
Ben bu yazıda başka bir seçeneği yeğleyeceğim ve Türkçe’yi yıpratmanın, hatta
küçümsemenin örneklerinin daha yakınımızda bulunduğunu saptamak gerektiğini
söyleyeceğim. Bu örnekler 'yüksek eğitimli' oldukları için daha 'kültürlü'
oldukları varsayılan ve bu nedenle de kendi kültürlerinin belkemiği anadillerini
daha iyi korumaları beklenebilecek kişiler tarafından sergilenmekte.
'Kültürlü' bilinen ancak kültürün belkemiği anadilimize darbe vuranlar o kadar
yaygın ki, bu insanların tutumlarının artık kanıksandığını ve tepki görmeyen bu
tutumun giderek daha da pekiştiğini düşünüyorum (Bilici, 1999). Hemen her
sektörde piyasaya sürülen yeni ürünler yabancı adlar veya harfler (örn., WinSa9)
ile donanmış durumda. Çok sevdiğim ve bize özgü kolonya, sanki bize özgü değil,
İngilizce konuşulan bir yerden gelmiş gibi yabancı adlar (örn., Sandy) ile
satılıyor. Hadi diyelim ki, onlar 'kültürsüz'. 'Kültürlüler' ne yapıyor?
Geçenlerde Ankara'da, kendilerini ailelere danışmanlık verecek denli donanımlı
sayan kişilerce açıldığı izlenimini veren bir işyerinin adına bakalım: Elysium.
'Kültürlülerin' izlediği televizyon kanalı olarak bilinen bir kanalı (NTV) hemen
herkes, özellikle de kültürlüler nedense İngilizce yazılmış gibi okuyorlar. En
gelenekçi geçinen kanallar (örn., HBB) ve izleyiciler bile aynı duyarsızlığı
yansıtıyor.
Bana daha da çarpıcı ve son derece rahatsız edici gelen bir diğer örneği
vermeden geçemeyeceğim. Ankara'daki Cumhuriyetin 75. Yılı kutlamalarından
önemlice bir tanesi Bilkent Plaza'da yapıldı. Günler boyunca radyolardan
duyurulan bu kutlamaya katılan kaç kişi acaba 'Plaza' sözcüğünden rahatsız oldu,
merak ediyorum. Ya da bu alışveriş merkezinde bulunan işyerlerinin çoğunun
adlarının yabancı olmasından? Böyle bir kutlama sanırım bir on yıl önce çok daha
fazla kişiyi rahatsız ederdi.
'Kültürlüler' tarafından dilin yıpratılır olmasından daha da ciddi olan tehlike
ise yüksek öğretimi sırtlanan kişiler olan öğretim üyeleri arasında da kendi
diline yabancılaşmanın çok yaygın olması. Bu yabancılaşma özellikle yabancı
dille eğitim yapan kurumlarda öylesine yaygın ve kanıksanmış bir durumdaki ki,
inanılması zor örneklerle karşılaşıyorsunuz. Size bünyesinde bulunduğum ODTÜ'den
bir örnek vereyim: Öğretim üyelerinin iletişimi için kullanılan e-posta
hattında, geçenlerde bir profesör günlük yaşamda çok sık görülen Türkçe imla
yanlışlarından (örn., 'her şey' yazmak yerine 'herşey' yazılması) ne kadar
rahatsız olduğunu aktarmaktaydı. E-posta mesajında bu imla yanlışlarının bir
bölümünü sıralamış, yanlarına da doğru kullanımlarını eklemişti. Beni şaşkına
çeviren ise, bu yanlış-doğru listesine bir de İngilizce karşılıkların eklenmiş
olmasıydı. Yani bu profesör ODTÜ öğretim üyelerine anadillerinde çok sık
kullanılan sözcükleri (örn., her şey, hiçbir, herhalde) İngilizce olarak
açıklamaya çalışmaktaydı!
Sanırım biz psikologlar da yüksek eğitimli, uzmanlık ya da doktora sahibi bu
'Türkçe engelli' gruba giriyoruz. Kendi dilimize yabancılaşmanın meslek
dünyamızda gayet yaygın olduğunu görmemek olanaksız. Bu yazımda çuvaldızı biz
psikologlara, özellikle de - biraz önceki profesör örneğinden yola çıkarak -
öğretim üyelerine yöneltmek istiyorum.
Piyasaya son yıllarda çıkan ve psikologlarca yazılmış kitaplarda halen “adölesan”,
“kognüsyon”, "situasyon", “demonstrasyon” gibi İngilizce’den alıntı - okunuşları
ise bir ayrı alem - terimler görülebilmekte. Oysa bu terimlerin Türkçeleri var
elimizde. Benim bulunduğum ortamlarda öğretim üyesi meslektaşlarımın kendi
aralarında ve hatta öğrencilerin yanında “focus etmek”, "impress olmak" gibi
karışımlar kullandığını görerek üzülüyorum. Türk Psikoloji Dergisi'ne gönderilen
birçok makalede de Yayın Yönetmenlerinin Türkçe’nin çok ama çok özensiz
kullanıldığını gördüğünü eklemeliyim. Karşılıkları bal gibi var olan yabancı
terimlerin hatta sözcüklerin kullanımının sürmesi meslekdaşlarımın kendi
dillerine pek değer vermediklerini göstermekte.
Öğretim üyeleri arasındaki bu değer bilmezlik ne yazık ki, öğrencilerimizin de
psikolojiye kendi dillerinden koparak bakmalarına yol açıyor. Lafı uzatmamak
için yabancı dille öğretim yapan kurumlardan gelen öğrencilerin öğrenci
kongrelerinde Türkçe konuşamadıkları için çok garip karşılandıklarını söylemekle
yetinmek istiyorum.
Psikolojide Türkçe’nin kullanılmamasında herhalde en önemli etken, öğretim
üyelerinin çoğunun kendilerinin de yabancı dille öğretim yapan kurumlardan
geçmiş ve lisansüstü öğrenimlerini ABD'de yapmış olmaları. Psikolojinin
Türkiye’de bir bilim olarak çok kısa bir geçmişi olması ve kullandığımız birçok
kavramın ve modelin kaynağının ABD olması da bu sorunu pekiştirmekte.
Peki bu kimilerince 'açmaz' olarak görülen bu soruna nasıl çözüm getirebiliriz?
Burada soru işaretleri oluşturmak amacıyla kısaca birkaç seçenekten söz
edeceğim.
Ben psikoloji biliminin örneğin bilgisayar teknolojisi gibi gelenekten ve günlük
yaşamdan kopuk, kendi dilini yaratan bir süreç olmadığına inanıyorum. Öte yandan
psikoloji zaten konuları ve uygulama alanı gereği dili ve kültürü kendisinden
uzak tutabilecek bir disiplin olamaz. Psikolojide kullandığımız birçok kavramın
şu ya da bu şekilde kültürümüzün içinde varolduğunu, hatta bunun çok uzun
zamandır böyle olduğunu kabul etmek gereklidir. Öğretim üyelerinin bu noktadan
yola çıktıklarında Türkçe psikolojinin o denli olanaksız olmadığını
göreceklerini sanıyorum.
Daha etkili ve kalıcı bir çözüm, çok açıktır ki, Türkçe psikoloji kaynaklarını
oluşturmak olacaktır. Almanya, Hollanda gibi ülkelerde psikologlar kendi
dillerinde psikoloji kaynaklarının sayısını çok yüksek tutabilmektedirler. Geçen
yıl Derneğimizin yayımlamaya başladığı Türk Psikoloji Yazıları bu yönde atılan
çok somut bir adımdır ve Türkçe psikoloji kaynaklarını oluşturmak isteyen
herkesin desteklemesi gereken bir girişimdir. Bu yıl Derneğimiz tarafından
piyasa sürülmesi beklenen Psikolojiye Giriş kitabı da bu amaca hizmet edecektir.
Yrd. Doç. Dr. Belgin Ayvaşık ve arkadaşlarının hazırladığı ve Derneğimiz
tarafından yayımlanacak olan İngilizce-Türkçe Psikoloji Terimleri Sözlüğü Türkçe
psikoloji kaynaklarını oluşturmakta atılacak her adım için bir temel taşı
olacaktır.
Ülkemizin geldiği bu aşamada üniversitelerde öğretim dilinin yabancı bir dil
olması üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir olgudur (Tavşanoğlu, 1999).
Bu soru enine boyuna tartışılırken yabancı dille öğretim yapan kurumlarda
uygulanabilecek bir çözüm, ders kitaplarının ve derste kullanılan dilin yabancı
bir dil kalması, ama gerektikçe derslerin Türkçe yapılması ve yabancı dildeki
terimlerin Türkçe karşılıklarının özellikle temel derslerde verilmesi olabilir.
Kimi okumaların Türkçe olması, öğrencinin piyasadaki Türkçe kitapları ve basında
psikoloji üzerine çıkan yazıları incelemesi gibi ödevler yine öğrencinin Türkçe
kullanımını pekiştirecektir. Öğrencinin yabancı dilde yazabilmesi, yani teknik
terimiyle dilde üretim yapabilmesi önemli bir amaç ise, verilen ödevlerin
çoğunun İngilizce yazılması yararlı olacaktır. Deneyimlerime dayanarak bu
uygulamanın öğrenciye çok şey kazandırdığını söyleyebilirim.
Bir diğer seçenek, şu an Başkent Üniversitesi'nde denenen ders kitaplarının
İngilizce olması, derslerin ise Türkçe yapılması uygulaması olabilir.
Meslekdaşlarımın 'dil açmazımızı' ve yukarıdaki seçenekleri tartışmaya
başlayacaklarını umuyorum.
Doç. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu
Kaynaklar:
Bilici, E. N. (1999) 'Harf İnkılabı'na gizli devrim'. (Engin Noyan ile söyleşi)
Zaman Pazar, 17 Ocak, Sayı 3, s. 3.
Tavşanoğlu, L. (1999) 'Yabancı dille eğitim olmaz.' (Pazar Konuğu: Prof. Dr.
Oktay Sinanoğlu ile söyleşi) Cumhuriyet, 10 Ocak, s. 12.
|