Türkmüsün.Net Portalı - Geçitteki Ülke: Gece Vakti Gündönümü, Türkün Günü mü? Ölümü mü?
   



Türkmüsün.Net - Türklük Portalı

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE ANA DİLİ MESELESİ KAFA KARIŞTIRAN ORTAM VE BAZI SORULAR

Türkiye'nin Avrupa Birliği macerası, "Kopenhag Kriterleri", "Ulusal Azınlıkların Korunması-Çerçeve Sözleşme" derken, son açıklanan "Katilim Ortaklığı Belgesi" ile yeni bir boyuta tasınmış bulunuyor. Bu belgede Türkiye'nin kısa ve orta vadede yapması gereken siyasi ve ekonomik "işler" sıralanmış; kamuoyundaki tartışmaların da belgedeki iki nokta üzerinde yoğunlaşmış olduğu görülmektedir. Bunlardan birisi metne "son anda Yunanistan tarafından sokulduğu" belirtilen Kıbrıs konusu, diğeri de "ana dilinde televizyon yayını" meselesidir. Belgede ortaya konulan esaslar ve bunların milletimize sunulusu ile kamuoyumuzda yapılan tartışmalar dikkate alındığında, gelişmelerin Türkiye'yi tehlikeli bir geleceğe sürüklemekte olduğu izlenimi doğmaktadır. Hükümetin bu konudaki tavrı veya tavırsızlığı, özellikle hükümet ortağı bazı parti yönetici ve sözcülerinin demeçleri de bu izlenimleri doğrular mahiyettedir. Biraz tarih bilincine sahip olan her akli selim Türk vatandaşını endışeye sevk eden husus, Avrupalı Devletler ve çeşitli gerekçeler ve beklentilerle onların politikalarına ayak uyduranların, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Milli (Üniter), Demokratik ve Laik "temel esaslarını" değiştirme gayreti ve yarısı içinde olup olmadıkları hususudur.

1. Öncelikle ülkemizde bir kesim aydın, bu belgede dayatılan hususlara yönelecek tepkileri en aza indirmek için allayıp-pullayarak süsleme gayretine girmiştir. Katilim Ortaklığı Belgesinin dilinde TV. yayını" sözünden "Kürtçe TV. yayını"nın kastedildiğini anlamıyorlar mi? "Kültürel, etnik vb. azınlık hakları" sözünden başta Güneydoğu Anadolu'da yaşayan insanlarımız olmak üzere Türkiye'de yaşamakta olduğu iddia edilen "47 etnik grubun" haklarının kastedilmekte olduğunu bilmiyorlar mi?

2. Bazıları da Kıbrıs ile ilgili maddenin çok önemli olmadığını, bu hususun zaten Helsinki Kararı'nın 9. Maddesinde yer alan bir "siyasi kriter" olduğunu, bundan dolayı tepki göstermeye gerek olmadığını söylüyorlar. Madem bu daha önceki Helsinki Kararları içinde vardı, acaba Avrupalı dostlarımız KOB. ne bu konuyu niçin taşımışlardır? Diye sormak her halde hakkımızdır. Yoksa Sayın Rauf Denktaş'ın söylediği gibi, buradan amaç, Türkiye ve dolayısı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne baskı yaparak Birleşmiş Milletlerde eşit statüde görüşmelere devam eden Türk tarafını, Yunan-Rum tezini kabule zorlamak midir? Türkiye AB. İlişkileri sürecinin devamında, tarihte Girit ve benzeri pek çok meselede gördüğümüz metotlarla Kıbrıs Adası, Yunan-Rum tarafına mi devredilecektir.

3. Belgede yer alan hususlarla ilgili olarak su iki sorunun da sorulması ve cevaplarının aranması gerekmektedir: Üzerlerinde çok fazla durulmamakla birlikte, yine KOB.nde yer alan ilgili maddelerle Türkiye'deki "irticai" faaliyetlerin meşrulaştırılmasına zemin mi hazırlanmaktadır? Milli Güvenlik Kurulu'nun anayasal statüsünün değiştirilmesi teklifi ile acaba, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temel esaslarının korunması ile ilgili yapı tası niteliğindeki kurumların etkinliğinin azaltılması mi hedeflenmektedir?

ÜNITER YAPI VE ANA DİL MESELESİ

PKK terörünün en acımasız bir şekilde devam ettiği günlerden başlayarak, değişik iç ve dış çevrelerce bir takım süslü sözlerle dile getirilen bu konu, bizce KOB.nde yer alan en önemli konudur. Çünkü bu "dayatma" ile hedeflenen Türkiye'nin milli (üniter) yapısının bozulmasıdır. Gerek kendi tarihi sürecimiz, gerek dünya tarihinde cereyan eden bazı olaylar incelendiğinde, bu konuda atılacak bir adimin ülkemizi nereye götürecegini görmemek mümkün değildir.

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulurken bazı temel esaslar üzerine bina edilmiştir. Bu esasların başında, kurulan yeni devletin, Türk unsuruna dayanan merkezi-milli (üniter) bir devlet olması esası gelmektedir. Misak-i Milli ile hedeflenen siyasi ve coğrafi alan, Lozan'da "azınlıklar" ile ilgili olarak belirlenen hukuki statü, mübadele, takip edilen idare, kültür ve eğitim siyaseti vs. hep bu esasa yönelik uygulamalardır. Atatürk'ün Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık ilkeleri başta olmak üzere bütün ilkeleri de hep merkezi-milli devlet esasını gerçekleştirmek ve kökleştirmek hedefine yöneliktir. Cumhuriyetin bütün Anayasalarında ifadesini bulan "millilik" esası, halen yürürlükteki 1982 Anayasası'nın başlangıç ilkeleri içinde üçüncü maddede; "Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür" seklinde ifade edilmiştir. Ayrıca 1982 Anayasası'nın 126 ve 127. Maddeleri de devletin "merkezi" kimliğini belirlemektedir.

Yakın tarihimizde cereyan eden olayların da gösterdiği üzere Atatürk ve arkadaşlarını bu temel tercihe zorlayan faktörler arasında anlaşılacağı gibi, Türkiye'nin jeopolitik ve coğrafi özellikleri bulunmaktadır. Misak-i Milli ile hedeflenen ve Milli Mücadele'nin gerçekçi bir yaklaşımla üzerinde yoğunlaştırıldığı Türkiye coğrafyası, fiziki anlamda bir bütünlülük arz eder. Bu ülkeye sahip olanların burada yaşama sansı, bu fiziki bütünlüğü kültürel, siyasi ve idari bütünlülüklerle tamamlamalarına bağlıdır. Tarihin bize gösterdiği gerçek, Anadolu coğrafyasının, adına ister özerklik, ister federasyon, ister konfederasyon densin siyasi-idari bir bölünmeye tahammülü olmadığı gerçeğidir. Bu coğrafyanın sonuçta yine bir siyasi-idari bölünmeye yol açması kaçınılmaz olan, bir kültürel bölünmeye de tahammülü yoktur.

Bugün önümüze, demokratikleşme, insan hakları ve çoğulculuğun olmazsa olmaz bir gereği gibi getirilen; kimi zaman "kültürel haklar", kimi zaman "azınlık hakları", kimi zaman da "bireysel haklar" adı altında sunulan "Kürtçe televizyon yayını", "Kürtçe eğitim hakkı" istek ve dayatmalarını, Türkiye'nin kültürel bakımdan bölünmesi olarak değerlendirmek gerekmektedir. Eğer bir şekilde önü açılırsa bütün bu oluşumların, çağımızın iletişim teknolojisindeki gelişmeleri de dikkate alındığında, Türkiye'nin yakın bir gelecekte siyasi-idari bakımdan bölünmesi sonucuna yol açacağı bilinmelidir.

Dünya ve ülkemizdeki "etnik" veya "dini" bir temele dayanan ideolojik terör hareketleri incelendiği zaman görülmektedir ki, terör bir "amaç" değil "araç" konumundadır. Kültürel veya siyasi bir bilinç oluşturmak için silahlı eylemler yapılmaktadır ve bunlar bir araç olarak kullanılmaktadır. PKK açısından baktığımız da, amaç "Birleşik Bağımsız Sosyalist Kürdistan Devleti'nin kurulması" dır. 15 yıldır sürdürülen kanlı terör eylemleri ile etnik bir bilinç oluşturma hedefine doğru hızla çalışılmıştır. Bugün bu anlamda bir terör örgütü olarak PKK miadını doldurmuş; zikredilen hedefe ulaşılması için ikinci safhaya geçilmiştir. Bu, "kültürel bölünme" veya "ana kültür, hakim kültürden ayrıştırma, farklılaştırma" aşamasıdır. Bunu siyasi-idari ayrıştırma veya farklılaştırma aşaması takip edecektir.

Osmanlı Devleti'nin ve yakın tarihte Yugoslavya'nın çözülmesi veya dağılması incelendiğinde bu süreçlerin aşama aşama yaşandığı görülecektir. Şüphesiz, Türkiye'deki durum bunlarla bire bir aynı değildir. Fakat, olayların gelişme seyri bu yöndedir. Başta Rusya olmak üzere zamanın Avrupalı devletlerinin desteğinde Etnik-i Eterya Terör Örgütü tarafından organize edilen Yunan İsyanı'nın başlangıç tarihi 1821'dir. Aynı Avrupalı devletler bu tarihten sadece 9 yıl sonra Yunanistan'ın bağımsızlığını tanımışlardır (1830). Girit'in elimizden çıkısı fiili olarak 1897, resmen bizden kopartılarak Yunanistan'a teslim edilişi, 1908 kabul edilirse 11; Balkan savaşları kabul edilirse sadece 15 sene sonradır. Birinci Dünya Savası öncesine geldiğimiz zaman, Avrupalı devletlerin politikaları sonucu Osmanlı Devleti'nin Balkan topraklarında 5 tane devlet "doğurtulmuş" bulunuyordu. Birinci Dünya Savası Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu ve Anadolu topraklarının paylaşılması kavgası merkezinde cereyan etmiş, savaşın sonunda Orta Doğu elimizden çıkmış, Atatürk'ün önderliğinde yapılan Milli Mücadele ile Anadolu'da "doğurtulmak" istenen "Ermenistan, Kürdistan ve Pontus Devletleri"ne engel olunmuştur.

Yine Osmanlı Devleti topraklarında bir Ermenistan yaratmak için 1890'dan itibaren aktif olarak başlatılan "Ermeni Terör" hareketleri, bunların iç ve dış bağlantıları ile devletin buna karşı aldığı tedbirler incelendiği zaman da görülmektedir ki, yaşanan süreç benzerdir. Avrupalı devletlerin Ermeni Meselesi ile ilgili olarak hazırladıkları "ıslahat projeleri"nde "dayattıkları" hususlar, aradan yaklaşık 100 yıl geçmiş olmasına rağmen, Avrupa Birliği'nin önümüze koyduğu belgelerdeki "kriterler"le benzerlikler göstermektedir. Mondros Mütarekesi sonrasında Osmanlı Devleti'ni yöneten Sultan Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın, "aman Avrupalı dostlarımızı kızdırmayalım, Mütareke ahkamına halel getirmeyelim, uygun şartlarda bir barış antlaşması yapalım" seklinde özetlenebilecek, "aciz ve teslimiyetçi" politikalarının önümüze "Sevr Barış Antlaşması"nı getirdiği de hatırlanmalıdır.

Sosyolojik ve Psikolojik bakımdan bir milleti bölmenin en temel yolu, o milleti oluşturan çeşitli alt ve mahalli kültür gruplarına ayrı bir "tarih" yazmak ve ayrı bir "dil" konuşturmaktır. Osmanlı Devleti'nin Doğu Anadolu topraklarını önce bir "Ermenistan", sonra da bir "Kürdistan" yaratarak denetim altına almaya çalışan Rusya, 1850'li yıllarda Erivan'da bir "Kürdoloji Enstitüsü" kurdu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da görev yapan Rus general ve dışişleri mensupları Kürt aşiretlerinin konuştukları kelimeleri derlediler. O zamana kadar Ahmedi Hanı tarafından Arap harfleri ile Kürtçe yazılmış "Mem u Zin" den başka basılı eseri olmayan Kürtçenin gramerini ve sözlüğünü hazırladılar. Ayni enstitüde iki Rus bilim adamı, Basil Nikitin ve Wiladimir Minorsky, Kürtlere Türklerden ayrı bir tarih yazdılar. Bugün PKK ve yandaşı kuruluşlarca çıkarılan bütün kitaplardaki, "Kürtlerin Mezopotamya asıllı ayrı bir halk olduğu" seklindeki bilimsel olmayan çarpık tarih tezi iste bunların ortaya koydukları tarih tezidir. Bu çalışmaları, özellikle 1917'den sonra İngiltere başta olmak üzere Avrupalı devletler ve Amerika'nın devralıp yürüttüğü bilinmektedir.

Bugün Anadolu'da yaşayan Kürt aşiretleri "Kurmançça" ve "Zazaca" olarak adlandırılan iki yerel lehçeyi konuşmaktadır. Kuzey Iraktaki Kürtler ise "Badinani", "Sorani" ve "Gorani" ismini taşıyan yerel lehçeleri konuşmaktadırlar. Konuşulan dil açısından fiili durum sudur: Kuzey Iraktaki bir Kürtçe konuşan insan, Türkiye'deki Kürtçe konuşan bir insanla anlaşamamaktadır. Türkiye'de Zazaca konuşan bir insan, Kurmançça konuşan bir insanı anlamamaktadır. Hatta, Tunceli'de Zazaca Konuşan bir insan, Urfa'da Zazaca konuşan bir insanı anlamamaktadır. Bu durum Kurmançça açısından da geçerlidir. Bu insanların kendi aralarında "anlaşma" dili Türkçe'dir. Bu sebeple PKK nin bütün yazışmaları, kongre metinleri, telsiz konuşmalarının tamamı Türkçe'dir. Abdullah Öcalan'ın örgüte yeni katılan teröristlere Bekaa'da yaptırdığı "yemin" metni dahi Türkçe'dir. Şimdi siz iki mahalli lehçeden hangisinde televizyon yayını yapılmasına müsaade edeceksiniz? Diyelim ki, birini seçtiniz ve müsaade verdiniz. Bu iletişim çağında, en geç 20-25 yıl sonra, bugün sadece "konuşma dili" olan o mahalli lehçe islenmiş ortak bir "dil" haline gelecektir. İşte, "Kürtçe televizyon isteği kültürel ayrışmanın yolunu açacaktır" ön görüsünü yaparken kastettiğimiz konu budur.

Bazı aydınlarımız da, "efendim özel eğitim kurumlarında Kürtçe eğitim verilebilir, bunun bir zararı olamaz, nasıl olsa üniversiteye gideceği zaman Türkçe bilmek zorunda" diyorlar. Bu aydınlarımız ya tarih bilmiyorlar, ya da milletimizi kandırmaya çabalıyorlar. Sanki üniversiteye gelen böyle bir çocuk, o zaman "Kürtçe üniversite eğitimi talebinde" bulunmayacak. Hadi onu da hak olarak verelim. Arkasından Anayasadaki Milli (Üniter) devlet esaslarından birisi olan "Devletin resmi dili Türkçe'dir" ifadesinin ya kaldırılması ya da değiştirilmesi talebi gelmeyecek mi? Beyler siz kimi kandırıyorsunuz. Bu devleti sokakta mi bulduk. Bu kadar şehit kanını sizin "fantezileriniz" için mi akıttık?

Milli birlik ve bütünlüğümüz bakımından meselenin bir başka boyutu daha var. O da şudur: Bu hakları başka alt veya mahalli kültür grupları da talep ederse ne olacaktır. Bugün Türkiye'de 75.000 kelimelik "Lazca-Türkçe Sözlük" hazırlanmıştır. "Lazca dergiler" yayınlanmaktadır. Avrupa'da Laz Enstitüleri kurulmuştur. Büyük bir ihtimalle Yunanistan tarafından desteklenen bu faaliyet ilerde önümüze "Pontus" meselesi ile birleştirilip gelecektir. Avrupalıların yaptıkları çalışmalara göre, "Türkiye 47 etnik gruba" ayrılmaktadır. Bugün "Kürtçe" için seslendirilen ve dayatılan bu taleplerin bütün bu sözde etnik gruplar için de dayatılmayacağının garantisi nedir. Bunun anlamı kültürel ve siyasi-idari bakımdan 47 parçaya bölünmüş bir Türkiye değil midir? Böyle bir Türkiye'yi bugünkü milli (üniter) yapısı ile yaşatmanın bir yolu var mıdır? Türkiye'nin Güneydoğu meselesi, bir "bölgeler arası dengesiz kalkınma" meselesidir. Demokrasi içinde bunun çözümü de bellidir. Almanya, İspanya, İtalya ve hatta Amerika benzer "kalkınma" problemlerini nasıl çözmüş ise veya nasıl çözmeye çalışıyorsa, Türkiye'nin yapması gereken de odur. O nedir? Geri kalmış veya az gelişmiş yöreyi kalkınmış olan yörelere daha fazla "entegre" etmektir. Bölgede yaşayan insanımızın hayrına olan da budur. Az gelişmiş bölgeyi, kalkınmış olan ana yapıdan kültürel, siyasi ve idari olarak ayırmaya yönelik her tedbir, dayatma veya çözüm, sosyologların "etnik tuzak" dedikleri olaydır ve çözüm değildir. Böyle bir gelişme hem üniter yapıyı bozarak, yakın gelecek için devletin bekasını tehlikeye sokar; hem de bölgede yaşayan insanlarımızın daha da fakirleşmesi sonucunu doğurur. Devletimizi yönetenlerin düşünmesi gereken konu bölgede yaşayan insanlarımıza Türkçe'yi daha iyi nasıl öğretirim olmalıdır. Özellikle Güney Doğu Anadolu'da okuma yazma oranı çok düşük olan kız çocuklarının okuma yazmalarının mutlaka sağlanması ana hedef olmalıdır.

Dr. Ali GÜLER
 

ÖNCEKİ MAKALE : AB YALANI


Türkmüsün.net

Copyright © 2005 Türkmüsün.net    Tüm hakları saklıdır.